Boğaziçi Direnişi olarak bilinen ve Prof. Dr. Melih Bulu’nun 2 Ocak 2021 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğüne atanması ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin bu atamaya tepkisiyle başlayan eylemler bağlamında, Boğaziçi Direnişi, hem öğrenci eylemleri açısından incelenmesi gereken önemli bir olay hem de eylemin niteliği ve yaşanan gelişmeler itibarı ile toplumsal bir hareket olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla eylemin başlaması, sürdürülmesi ve süreç içinde ortaya çıkardığı sonuçlar açısından önem arz etmektedir.
Bu çalışmada başladığı tarihten beri Türkiye ve dünya medyasının gündeminde etkin bir şekilde yer alan Boğaziçi Direnişi sürecinin medyaya yansımaları dönemin gazetelerinde çıkan haberler, köşe yazıları ve yorumlar incelenmeye çalışılmıştır. Elde edilen bulguların sonucunda, olayların önce rektör atamasına tepki olarak başladığı, Boğaziçi Direnişi öğrencileri, öğretim üyeleri ve mezunları başta olmak üzere, farklı üniversitelerden öğrenciler, pek çok kurum ve kuruluşların desteğiyle devam ettiği, daha sonra iktidarın sert söylemleri, öğrenci ve akademisyenlerin karşı tepkisi ve polisin öğrencilere müdahalesi ile artan gösterilere dönüşüp yayıldığını söylemek mümkündür.
Türkiye’de Öğrenci Eylemlerinin Tarihi
“Nedir bu üniversite? Soruyu daha spesifik olarak ifade etmek gerekirse, bugün Üniversite dediğimiz kurumsal yapının modern köklerinin Kantçı bir akılcılığa ve Humboldt’un kültür konusundaki çalışmalarına dayandığını söyleyebiliriz” (Aydoğan, ve diğerleri 2020). Genel geçer kabule göre üniversiteler; toplumsal yararı önceleyen bilimsel temellere dayalı ve eleştirel bakış açısıyla akademik bilginin üretildiği ve üretilen bilginin aktarımı için genç kuşakların yetiştirildiği özerk kurumlar olup, aynı zamanda kendine özgü dinamikleri olan, karşıtlık ve sorunların olduğu bir mücadele alanıdır. Bu bağlamda üniversite gençliği; edindikleri bilgi, birikim, mevcut toplumsal rolleri ve gelecekteki statüleri bakımından diğer tüm gençlik gruplarından farklı durumdadırlar. Bu yüzden sorunlara bakışları, tepkileri ve çözüm üretme yöntemleri de farklılık göstermektedir. Devletler her dönemde varlıklarını sürdürebilmek için, eğitim kurumları aracılığıyla gençleri belli bir disiplinle yeniden inşa etmeye ve kendi politikalarına dahil etmeye çalışmış, yeniden tanımladıkları gençliğe kendi belirledikleri görev ve misyonlar yüklemişlerdir.
Benli’ye (2001) göre “Geçmişte gençlik deneyimsizliği, bilgisizliği, saldırganlığı, olgunlaşmamışlığı, vahşiliği ve sair olumsuz kimi vasıfları akla getirirken günümüze yaklaştıkça gençlik, yukarda saydığımız olumlu nitelikler (dinamizm, etkinlik, yenilik vs.) çerçevesinde değerlendirilir olmuştur. Yani yukarıda örnekleri verilen ve gençliğe atfedilen nitelikler doğal olmaktan çok tarihsel tanımlamalar, kurgulardır” (Benli ve Arı 2001, 142-143).
“Öğrenci olayları” deyişinin siyasi literatüre girişi, Batı Avrupa’daki “1968 Mayıs’ı ile gerçekleşmiştir. Fransa’da başlayıp zamanla tüm Batı Avrupa’ya ve hatta ABD’ye yayılan öğrenci hareketleri, bir anda tüm dünyanın dikkatlerini üzerine çeker. Üniversitelerin modernleşmesi, üniversite yönetimde söz sahibi olma vb. talepler üniversite gençliğinin başlıca talepleri olmuştur” (Şahin 2014, 1).
Türkiye’deki öğrenci hareketlerinin tarihine baktığımızda, ilk öğrenci hareketinin 1876 yılında gerçekleşen “Talebe-i Ulum” hareketi olduğunu görürüz. Talip Can’ın (1996), “Yüksek Öğretimde Öğrenci Olayları” adlı makalesinde bu hareketle ilgili şu bilgiler yer almaktadır. “Bazı öğrenciler, medresede okuyan softaların tahrikleriyle Sadrazam Mahmut Nedim Paşa ve Şeyhülislam Hasan Fehmi Efendi aleyhine ayaklanıp dersleri boykot ederek gösteriler düzenlemişlerdir. İlk öğrenci hareketinin politik sonucu sadrazamın sadaretten uzaklaştırılması, kabinenin düşmesi, şeyhülislamın ise azli olmuştur” (Can 1996, 1-2).
1876 -1919 yılları arasında gerçekleşen öğrenci eylemleri daha çok saltanata karşı ve işgal kuvvetlerini protesto amaçlı yapılmış olup üniversite ile ilgili tek eylem, Mülkiye’nin eleme sınavı ile öğrenci alma kararına karşı verilen tepkidir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Darülfünun Talebe Birliği kurulmuş ve 1947 yılına kadar çeşitli toplumsal olaylar için mitingler düzenlemişlerdir.
Cumhuriyet döneminde öğrencilerin üniversiteye yönelik ilk eylemleri 1947’de gerçekleşmiştir. Öğrenciler “Solcu öğretim üyelerinin Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden çıkarılması için miting düzenlemiş … Yine aynı yıl gençlik Ankara, İzmir ve İstanbul’da komünizm aleyhine gösterilerde Bulunmuştur” (Can 1996, 2-3).
1948’den 12 Eylül 1980’e kadar öğrenci eylemleri cumhuriyet öncesinde olduğu gibi hem muhtelif toplumsal olayları hem de iktidarı protesto etmek için yapılmıştır. 1968 ve sonrasında öğrenci eylemlerinin niteliği değişmiş, öğrenci hareketleri üniversite reformu, ülke sorunları ve ideolojik eylemlere doğru evrilmiştir. 1970-71 yılları öğrenci eylemlerinin had safhada yaşandığı sağ-sol çatışmasına dönüşmüştür.
“21 Eylül 1971’de 1488 sayılı yasa ile 1961 Anayasasın getirdiği özgürlükler sınırlandırılarak, üniversitelerin özerklikleri kaldırılmıştır. Ardından öğrenci eylemleri sokak eylemlerine dönüşmüş ve Kahramanmaraş, Çorum olayları yaşanmıştır. Olaylar 12 Eylül 1980 tarihine kadar yoğun bir şekilde devam etmiştir” (Can 1996, 3-4). Özetle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadar çeşitli sebeplerle çok sayıda öğrenci hareketleri gerçekleşse de 1966-1970 yılları en önemli dönemlerdir. Ahmet Taner Kışlalı “Öğrenci Ayaklanmaları” adlı kitabında o dönemi şu şekilde açıklamaktadır:
1965’ten sonra görülen öğrenci hareketleri başlangıçtaki gibi masum öğrenci isteklerinden meydana gelmemiştir. 1965-1970 yılları arasında öğrencilerin yaptığı 92 gösteriden yalnızca 27 tanesi üniversite ve eğitim sistemiyle ilgili nedenlerden (bunların içinde üniversiteye giremeyen lise mezunlarının protesto yürüyüşleri de vardır) kaynaklanmıştır. Geriye kalan 65 gösteri ise, toplumsal düzen veya siyasal rejimle ilgili sorunlar nedeniyle gerçekleştirilmiştir. 1969 yılından itibaren boykot ve işgallerin amacı üniversite içi sorunlar olmaktan çıkmış, rejim ve toplumsal düzenle ilgili sorunlar halini almıştır. 1970 yılında gerçekleşen 53 gösterinin tamamı siyasal iktidara karşı yapılmıştır (Kışlalı 2021, 64).
“1966 yılında başlayıp 1971 yılına kadar devam eden gençlik hareketleri en yoğun dönemini 1968 yılında yaşamıştır. Bu olaylar dünya üzerindeki birçok ülkede ciddi bir siyasal ve toplumsal hareketlilik başlatmıştır. Bu hareketlilik Amerika’dan İngiltere’ye Çin’den Senegal’e İsrail’den Çekoslovakya’ya kadar dünyanın dört bir yanına yayılmış ve eş zamanlı bir şekilde başlayıp devam eden, devrimci yapısıyla tüm dünya gençliğinin zihinlerine etki eden bu 68 hareketi, gençler için etkilenilen değerlerin ortaya konulduğu bir dönem olmuştur. Özellikle de 1968 yılı, dünyanın sarsıldığı yıl olarak kayıtlara geçmiştir” (Erten 2007, 834)
Dünya genelinde öğrenci hareketlerinin yoğun yaşandığı bu dönemde Türkiye’de dünyadaki bu hareketlerden etkilenen, çoğunluğunu üniversite gençliğinin oluşturduğu politik gençlik grupları ortaya çıkmış ve “sosyalist devlet kurmak” gibi bir sorumluluk üstlenerek birçok eylem gerçekleştirmişlerdir.
“Avrupa’da saman alevi gibi sönen eylemlerin aksine, Türkiye’deki gençlik hareketi, antiemperyalist bir içeriğe bürünerek yükselme göstermiştir. Türkiye’deki 68 hareketinin, Batı’daki 68 hareketinden farkı; Türkiye’deki sol işçi hareketi geleneğinin zayıflığıydı” (Soner 2009, 39). “Batı’da güçlü sendikacılık hareketi bir süre sonra öğrenci eylemlerinin üstünde bir etkinlik kazanmıştı. Türkiye’de ise gençler işçiler adına bu sorumluluğu üzerlerine almışlardı” (Koca 2018, 92).
12 Eylül askeri darbesinden sonra “Üniversiteler Kanunu” değişmiş, 6 Kasım 1981’de “terör yuvaları” ilan edilen üniversiteleri iktidara bağlamak amacıyla üniversitelerin idari kadrolarında hiyerarşik bir yapılanmayı sağlaması hedeflenen Yükseköğretim Kanunu çıkarılmış ve Yüksek Öğretim Kurumu kurulmuştur.
Üniversite özerkliğinin kurumsallaşması önünde büyük bir engel oluşturan 2547 sayılı Yükseköğretim (YÖK) Yasası 1982’de askeri rejim ürünü olarak yürürlüğe girdi … Bireysel kimlik ve farklılıkların bu devlet ideolojisi içinde eritilmesiyle ortaya çıkan cemaat tipi yapılanmalar; özgür düşünceli, eleştiren, sorgulayan bireyler yerine itaat eden bireyler yaratılmak istendi. Böyle bir ortamda 1982 yılında çıkarılan YÖK yasası ile üniversitenin baskı ve denetim altına alınması hiç de tesadüfi değildir (Yeşildere 2020).12 Eylül 1980’deki askeri darbe sonrası egemen siyasi aktörler çeşitli siyasi ve ekonomik müdahaleler ile “yeni bir gençlik” inşasına girişmişlerdir. Yaratılmaya çalışılan, piyasa değerleri ile tanımlı, diğerkâmlıktan arınarak bireycilik ile hemhal olmuş, politika ile mesafeli bir gençlik tahayyülüdür (Savun 2014, 1).
1980 öğrenci hareketlerinde uzun bir süre durgunluk yaşanmıştır. Bu durgunluk, 1984 yılında birçok üniversitede öğrencilerin demokratik örgütler kurmaya başlamalarıyla son bulmuştur. Yaklaşık on altı yıl sonra başlayan ilk öğrenci eylemleri 1996 yılında İstanbul ve Ankara’daki üniversitelerde görülmeye başlanmıştır.
Boğaziçi Üniversitesi’nin Tarihi ve Öğrenci Eylemleri
Temeli 1863 yılında Dr. Cyrus Hamlin ve Mr. Christopher Rheinlander Robert tarafından atılan Boğaziçi Üniversitesi’nin web sitesinde üniversitenin tarihi hakkında şu bilgiler yer almaktadır:
Boğaziçi Üniversitesi’nin temelleri 1863 yılında bir eğitmen, mucit, teknisyen ve mimar olan Dr. Cyrus Hamlin ile tanınmış hayırsever ve zengin bir tüccar olan New Yorklu Mr. Christopher Rheinlander Robert tarafından Birleşik Devletler sınırları dışındaki ilk Amerikan koleji olan Robert Kolej’in İstanbul’da kurulması ile atılmıştır.[1]
Binaları, kütüphanesi, laboratuvarları, tüm imkanları ve personeliyle 118 dönümlük bugünün Güney Kampüsü 10 Eylül 1971’de tamamen Türk hükümetinin üzerine geçmiştir (Boğaziçi Üniversitesi 2021). Boğaziçi Üniversitesi, yüz yıldan fazla Robert Kolej’in kampüsü olarak kullanılan alana 1971 yılında resmi olarak kurulmuştur (Ongun 2021).
Boğaziçi Üniversitesi’nin tarihi incelendiğinde, kurulduğu 1971 ‘ten günümüze kadar hem üniversitenin iç sorunları hem de birçok toplumsal olaylarla ilgili çeşitli eylemlerde yer aldığı görülmektedir.
“Geleceğin teminatı”, “vatanın bekçisi”, “değişimin öncüsü”… Gençliğe atfedilen vasıflar, iktidarların gençlik tasavvurları gibi farklılık gösterebiliyor. Bugün Boğaziçi Üniversitesi protestoları ile gündeme gelen öğrencilerin, geçmişte eylemleriyle tarihe yön verdiği zamanlar var. Öğrenci hareketiyle kaderi değişen yükseköğretim kurumlarından biri, Boğaziçi Üniversitesidir” (Karakaş 2021).
Cumhuriyet Gazetesi’nin internet sitesinde 23 Nisan 2018 tarihinde yer alan habere dayanarak (Cumhuriyet 2018). “Boğaziçi Üniversitesi’nin Direniş Tarihi”nin kronolojik sıralaması yer almaktadır[2]
Neoliberal Politikalar, Otoriter Devlet ve Öğrenci Hareketlerinin Dönüşümü
Sanayi devrimiyle hayata geçen liberal ekonomi sistemi yeni toplumsal sorunları da beraberinde getirmiştir. Ortaya çıkan bu sorunlar küreselleşmeyle birlikte daha da karmaşıklaşmış, dolayısıyla kültürel, siyasal ve iktisadi anlamda yeni bir dönüşümü ve yeni arayışları başlatmıştır.
Yetmişli yıllarda başlayan ve 1980’lerden sonra hızla yayılan neo-liberalleşme sürecine Türkiye’de de dünyayla paralel olarak geçilmiş ve her alanda uygulanmaya başlanmıştır. Neo-liberal politika sürecinde iki ayrı görüş ortaya çıkmıştır. Devletin sosyal politikalarının sermayenin tahakkümü altına girdiğini, dolayısıyla çeşitli dezavantajlı grupların aleyhine olduğu iddialarına karşın, bu yaklaşımı ideolojik bulanlar, neo-liberal politikaların zorunluluk olduğunu, küresel sorunların ancak küresel çözümlerle çözülebileceğini savunmuşlardır. Bu süreçte sermayeden yana tavır alan siyasi iktidarın emek üzerindeki baskısı artmış, öncesinde kazanılmış haklar kaybedilmiştir. “Bunun sonucunda 1961 Anayasası ile somutlaşan sosyal devlet inşasının ve onun kurumsal yapılarının tasfiye süreci 2000’lere kadar sürmüştür” (Halifeoğlu 2019, 122).
Neoliberalizm tutarlı ilkelere dayalı bir sistem olmakla birlikte, uygulandığı ülkelerin toplumsal ve tarihsel koşullarına ve en önemlisi o ülkedeki “uygulayıcılara” göre radikal farklılıklar gösterebilmektedir. Özbay’a (2016) göre: “Yani, tek bir neoliberalizmden bahsetmek mümkünken, ancak neoliberalleşmelerden söz edebiliyoruz. Örneğin, Meksika’nın, Fransa’nın, Türkiye’nin veya Malezya’nın neoliberal ilkeler ve politikalarla verdikleri sınavlar, farklı toplum kesimlerinin bütün bu yeniden yapılanma ve reform süreçlerini tecrübe ediş biçimleri, haliyle çok çok farklı” (Özbay 2016) . Dolayısıyla “Her ülkeye standart şekilde önerilen Neo liberal politikalar, uygulandıkları ülke ekonomilerinde ekonomik ve sosyal dengeleri önemli ölçüde kötüleştirdikleri yönüyle giderek artan oranda eleştirilerle karşılaşmaktadır” (Yıldız 2014, 12-27).
1980 -2022 yılları arasında Türkiye’de siyasi, iktisadi, kültürel ve eğitim alanında yaşanan olumsuzluklara bakıldığında neo-liberal sistemin, uygulandığı gelişmiş ülkelerdekinden çok farklı ve olumsuz yansımalarını görmek mümkündür. Tıpkı Türkiye’de 2017 referandumu ile kabul edilerek 9 Temmuz 2018’de uygulanan otoriter “Başkanlık Sistemi’nin, bu sistemle yönetilen ülkelerdeki başkanlık sisteminden çok uzak, kendine münhasır ve “emsalsiz” bir sistem olarak sürdürülmesi gibi.
Özdemir’in “Siyasi partiler ülkenin toplumsal yapısını korumayı, geliştirmeyi ya da değiştirmeyi amaçlayan, amaçlarını belirli siyasi ideolojilerin ya da sınıfların dünya görüşünü temel alarak hazırladıkları programlarına yansıtan ve hedeflerini gerçekleştirebilmek için seçimleri kazanma yoluyla yasama ve yürütme gücünü elde etmeye çalışan siyasal örgütlerdir” (Özdemir ve Atılgan 2018, 239). Tanımından hareketle yaşanan dönüşüm sürecinde en önemli rolün siyasi partilerde, dolayısıyla iktidarda olduğunu söylemek mümkündür.
Bu bağlamda neo-liberalizmin AK Parti iktidarında İslamcı ideolojinin ortaklığı ile şekillenmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu ortaklıkla uygulanan neo-liberal politikalar sonucunda ortaya özelleştirme, yerelleşme ve yönetişim kavramları çıkmıştır. Türkiye’de bu çerçevede yapılan kamusal reformlarla devlet-piyasa ilişkileri yeniden yapılandırılmıştır. Bu yapılanma ile: Merkezi yönetim köklü bir şekilde dönüştürülmüş, taşra yönetimi yeniden düzenlenmiş, devlet-piyasa ilişkileri yeniden yapılandırılıp kamu hizmetleri metalaşmıştır (Ataay 2015, 3).
“Bir başka deyişle, 1980 sonrasında yaşanan gelişmeleri açıklamak için kullanılması gereken terim sosyal devletin tasfiyesinden ziyade, refah modelinin dönüşümüdür. Liberalleşme istikametindeki bu dönüşümün, irili ufaklı pek çok etkisi yanında iki temel sonucu vardır; bir yandan siyasi iktidarın hegemonyasını pekiştirmesine hizmet ederken, diğer yandan da toplumsal bağların onulmaz şekilde bozulmasına ve çözülmesine yol açmaktadır” (Yılmaz 2015, 184).
Coşar ve Özdemir’in (2014) Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinden sonra uygulanan neo-liberal yapılanma ile İslamcı siyaset arasındaki ilişkinin incelendiği “İktidarın Şiddeti: AK Partili Yıllar, Neo-liberalizm ve İslamcı Politikalar” adlı kitapta, cumhuriyetin kuruluşundan beri varlığı bilinen İslamcılığın, neo-liberal modelin Türkiye’de gelişmesi için uygun bir zemin yarattığını, İslamcılık ve neo-liberal ekonomi politikaları arasındaki uyumun, şiddetin içsel ve uzun dönemde sessiz olarak kalmasını beraberinde getirdiği ifade edilmiştir. Özdemir’e göre. “AK Parti hükümetleri döneminde geliştirilen sosyal politika rejimi neo-liberalizmin damgasını taşımaktadır” ve 12 Eylül 1980 darbesinden beri devlet-toplum ilişkilerinin belirleyici karakterini oluşturan otoriter devlet modeli AK Parti iktidarı döneminde de devam etmektedir (Coşar ve Özdemir 2014, 184).
2002’de iktidar olan AK Parti’nin neo-liberal ekonomik programının oldukça katı bir şekilde uygulandığı süreçte 20 yıl boyunca iktidarda kalmasının sebebi Akçay’a (2017) göre “Bu programın ortaya çıkarması muhtemel toplumsal hoşnutsuzlukları törpüleyecek mekanizmaların geliştirilebilmesiydi” (Akçay 2017).
Bir başka tespitle AK Parti’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılından itibaren ilk kez Türkiye’de burjuvazinin hegemonyasını tesis edebilmeyi başardığıdır (Yalman 2014, 23-46). Neo-liberal hegemonyayı tesis ederken AK Parti temel olarak üç ana strateji kullanmıştır: ekonomik kalkınma, popülist politikalar ve sembolik/ideolojik alan (U. Bozkurt 2017). Akademik literatürü ve dönemin yazılı kaynaklarını incelediğimizde yaklaşımın ağırlıklı olarak: Siyasi, iktisadi ve kültürel anlamda önemli değişimlere neden olan neo-liberal sistemin üniversitelerin işleyişini de dönüştürdüğü, üniversite-sanayi iş birliğine yönelik uygulamaların sonucunda piyasaların eğitim içeriğine müdahale etmeye başladığı yönünde olduğunu görmekteyiz. Ayrıca, öğrenci hareketleri ve gençlik politikaları hakkında yazılmış tüm kaynakların 1960-1970 dönemlerine atıf yapıldığı görülmektedir. Yine 1980 darbesi ve hemen sonrasında kurulan Yükseköğretim Kurulu’ndan sonra çeşitli yapılanmalar, kontrol ve baskılarla öğrencilerin apolitikleştirildiği, üniversitelerdeki siyasi hareketlerin bitme noktasına getirildiği, aynı dönemlerde hızlanan neo-liberal politikaların uygulanması sonucunda piyasaların eğitim içeriğine müdahale ettiği ve üniversiteleri olumsuz yönde dönüştürdüğüne vurgu yapıldığı görülür. Üniversitelerin suskunluğu tartışmaları hep bu eksen etrafında şekillenmiştir.
Ancak uzunca bir müddet üniversite gençliğinin politik rolü ve misyonuna ilişkin temel kabuller sorgulanmamıştır. Mevcut durum, bu rol ve misyondan geçici, konjonktürel bir uzaklaşma olarak değerlendirilmiş, koşulların ya da kimi yanlış politikaların değiş(tiril)mesi ile gençliğin, yeniden anlamlı ve etkili bir politik güç olarak ortaya çıkacağı varsayılmıştır… Mevcut durum, bu rol ve misyondan geçici, konjonktürel bir uzaklaşma olarak değerlendirilmiş, koşulların ya da kimi yanlış politikaların değiş(tiril)mesi ile gençliğin, yeniden etkili bir politik güç olarak ortaya çıkacağı varsayılmıştır (Benli ve Arı 2001, 142-143).
Birler’e göre “Eğer üniversitenin neo-liberal saldırı karşısında bir direnişçi olma imkânı varsa bu direnişin dayanabileceği tek şey 90’larla beraber hem araştırmacı hem de öğrenci olarak içerisine aldığı hem sayısını arttırdığı hem profilini değiştirdiği sınıf tabanı olacak.” Birler ayrıca, 2014-15’te Quebec’te yapılan öğrenim harcı grevleri ve Şili’de yapılan harç ve toplu taşıma zammı grevlerini örnek göstererek “Bunlar aslında öğrencinin önayak olduğu, üniversitenin ve eğitim hakkının merkezde olduğu toplumsal hareketler” (Birler 2020, 29-30). Demiştir. Boğaziçi Direnişi’nin bileşenlerine baktığımızda Birler’in öngörüsünün gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Gelişen Teknolojinin Öğrenci Hareketlerinde Yaşattığı Dönüşüm
Türkiye’de hem neo-liberal dönem hem de öncesinde gerçekleşen öğrenci eylemlerine bakarak, sosyal aktivizmin devlet üniversitelerinde daha yüksek olduğunu, Ankara SBF, ODTÜ ve Gazi Üniversitelerinde yerleşmiş olan eylem kültüründen yola çıkarak bir dip not olarak düşmek gerekir. Yine önemle belirtmek gerekir ki üniversitelerde ve öğrenci eylemlerinde yaşanan dönüşüm sadece neo-liberal politikaların etkisiyle olmayıp, dijital teknolojinin hızla ilerlemesi, kitle iletişim araçlarının artması ve bunların aktif kullanımının da etkisi büyüktür.
“Toplumsal hareketlerin gelişimi toplumsal iletişim biçimlerinin de dönüşümünü beraberinde getirmiştir, her toplumsal hareket tarihsel bağlamına uygun medyaları kullanarak kendi sesini duyurmuş ve tarihsel bir etki bırakmıştır” (Çoban 2009, 9). İletişim teknolojisinin çok geliştiği çağımızda kitlesel eylem örgütlenmeleri dijital medya kullanımıyla gerçekleştirilmektedir. Öke’ye (2018) göre: “Dijital aktivizm, hedeflenmiş bir otoriteye karşı kolektif taleplerin dile getirilmesi için, katılımcıların ve destekçilerin dijital medyayı kullandığı organize bir kamusal girişim olarak nitelendirilebilir” (Öke 2018, 56). Dijital hareketliliğin, bir yandan muhalif olanları küresel anlamda etkileşime sokarken, diğer yandan yerelde Bulunan tekilleri de bunun içine sokarak etki alanını genişlettiğini savunan Uçkan’a göre: “Kent ya da mahalle olarak başlayan yerel eylemler ağ örgütlenmesiyle bölgesel, ulusal hatta küresel ölçekte bir eylem haline gelebilerek seslerini daha geniş kitlelere duyurmaktadırlar” (Uçkan 2012).
“Bir başka pesimist düşünür, sanayi toplumlarında öğrencilerin meşru siyasi aktörler olarak görülmediği (Altbach 1989) üzerinde durur. Altbach’a göre, ancak tam işleyen demokratik sistemlerde öğrenciler nüfusun önemli bir bölümü adına konuşabilir” (Aydemir 2013, 4). “Ağ odaklı sosyal yapılanmalar, etkin şekilde kullanıldığı takdirde entelektüel sermayeyi geliştirici yönde tartışma platformu yaratabilir ( Melucci 2020).” (Aydemir 2013, 10).
Sorunların iletiminde ve çözümünde hız sağlayan yeni iletişim teknolojileri ile toplumsal hareketlerin de farklılık kazandığına şahit oluyoruz. Zaman ve mekân sorunlarını ortadan kaldıran iletişim teknolojileri, kitleleri saniyede örgütleyip mobilize ederek büyük etkiler yaratan bir güç olmuştur. Günümüzde sosyal ağlar sayesinde yerel bir sorun anında küresel bir hale gelebilmektedir.
Washington Üniversitesi araştırmacılarınca özellikle Tunus ve Mısır odaklı yapılan bir araştırma, Facebook, Twitter ve Youtube’da essiz bir veri tabanı oluşturulduğu ve “Arap Baharı”nda sosyal medyanın kritik rol oynadığını belirtmişlerdir. Avusturalyalı Prof. Timothy M. Devinney’e göre, “Artık, sosyal medyanın tüm dünyadaki milyonlarca insanı bir araya getirebilme, görüş oluşturma ve değişime yönelik geniş çaplı hareketler için gereken ‘bilişsel tepkiyi’ teşvik etme kapasitesi var” (A. Bozkurt 2013, 50). Dolayısıyla, sosyal medyanın toplumsal eylemlerdeki etkisinin büyük olduğu anlaşılmaktadır
Bu açıklamalar doğrultusunda son yıllarda gerçekleşen öğrenci eylemlerine baktığımızda, öğrenci hareketlerinin, tüm sınıfsal alanlardan bağımsız olarak toplumsal hareketlere dönüşmeye başladığını, bunun yanısıra teknolojinin gelişmesiyle artan sosyal medya platformlarının, üniversite gençliğinin örgütlenme, yayılma, itiraz ve taleplerini duyurmasında önemli bir aşama/yol olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için 2000’li yıllarda yaşanan öğrenci eylemlerine bakmak gerekir. Özellikle 2010 yılından itibaren öğrenci hareketlerinde bir artış gözlenmiştir. 2 Nisan 2011 tarihinde ODTÜ’lü öğrenciler Taksim’de gerçekleştirdikleri eylemlerden önce çektikleri kısa bir videoda sivil toplum kuruluşları ve aydınlardan gördükleri desteği yayınlamış ve bu video YouTube, Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde uzun süre listenin başında yer almıştır. Barış ve Gençlik İnisiyatifi’nin, Dicle ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin önderliğinde Diyarbakır’da düzenlediği Diyalog Sempozyumu’nda öğrenciler sosyal medya platformlarını etkin bir şekilde kullanarak örgütlenmişlerdir (Aydemir 2013, 10).
Yine 2013 yılında Taksim’de gerçekleşen Gezi Parkı Olayları sürecinde eylem ilk önce Twitter üzerinden duyurularak başlamış daha sonra Instagram ve Facebook gibi sosyal medya platformları kullanılarak kitlelere ulaşılmıştır. Boğaziçi Direnişi de internet teknolojisi ve sosyal medya kullanılarak örgütlenilen ve hızla yayılan bir eylemdir. Bu bağlamda Türkiye’de günümüz gençlik hareketlerini, sosyal medyada kurulmuş öğrenci ağlarının örgütlediği kollektif hareketler olarak tanımlayabiliriz.
Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasının ardından Boğaziçili öğrenciler, sosyal medya platformu Twitter’da oluşturdukları “Boğaziçi Dayanışması” hesabından boykot ve eylem çağrısı yaparak örgütlenmiş ve eylemi Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmuştur. Eylem süresince yapılan eylemler bu hesap üzerinden organize edilmiştir. Bu bağlamda Boğaziçi Direnişi’nin başlaması, çeşitli kesimlerden katılım ve destek bulmasında ve kısa sürede dünyanın gündemine taşınmasında sosyal medyanın çok etkili olduğunu, dolayısıyla günümüzde öğrenci eylemlerinin, diğer kitlesel eylemler gibi ‘örgütlenme ve kitlelere sesini duyurma bakımından’ nicelik olarak farklılaştığını söylemek mümkündür.
Boğaziçi Direnişi’ni eski öğrenci eylemlerinden ayıran bir diğer önemli fark ise Boğaziçi Direnişi eylemlerine katılan öğrencilerin farklı ideoloji, inanç, etnik yapı ve kimliklerden oldukları ve ortak demokratik bir dayanışma sergiledikleridir. Dolayısıyla bu kozmopolit dayanışma tabulaştırılmış kimlik tanımlarını da kırmaktadır. Bilkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Can Öztürk, Gazete Duvar’da yayınlanan “Türkiye’nin Barbarları” başlıklı yazısında ODTÜ ve Boğaziçi gibi ülke ortalamasının üstünde demokratik değerlere sahip olan üniversitelerde öğrencilerin siyasi, etnik, dini, cinsel kimliği farklı olan binlerce öğrencinin “ortak yaşam” kurarak deneyimlediklerinin altını çizerek yorumlamıştır (Öztürk 2021). Duvar Gazetesi yazarlarından İslam Özkan da bu konuyla ilgili şunları söylemektedir: “Direnişe destek veren başörtülü öğrencilerin bir kısmının, İslami kesimin bilinen isimlerinin çocukları olması, bir taraftan AKP iktidarının geleceğe ilişkin projeksiyonlarında karamsarlığa yol açarken öte yandan da İslami damar içerisinde daha muhalif ve ezilenlerden yana bir çizginin hâkim olacağını bizlere gösteriyor” (Özkan 2021). Öztürk ve Özkan’ın yaptığı durum değerlendirmesi, günümüz üniversite gençliğinin, dünyayı artık farklı bakış açısıyla okuduklarına verilebilecek bir örnek sayılabilir.
AK Parti Dönemi ve Üniversiteler
10 Ekim 2021 tarihinde Ocak Medya’da (2021) yer alan habere göre: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 2003 yılına kadar toplam 71 üniversite açıldı. Bu 71 üniversitenin 23’ü vakıf üniversitesi, geri kalanlar ise devlet üniversitesinden oluşuyor. Yükseköğretim Bilgi Yönetim Sistemi tarafından paylaşılan güncel verilere göre Türkiye’de 129 devlet üniversitesi, 74 vakıf üniversitesi, 4 vakıf MYO eğitim veriyor… AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte 2003 yılından bu yana 75’i devlet, 57’si vakıf olmak üzere toplam 132 üniversite açıldı… Türkiye’de 2002 yılından sonra açılan 14 üniversite de kapatıldı… Türkiye’de 2002 yılından sonra açılan 14 üniversite de kapatıldı” (Ocak Medya 2021).
Bu sonuçlara göre, Cumhuriyet’ten günümüze Türkiye’de en çok üniversitenin açıldığı ve kapatıldığı dönem Ak Parti’nin 20 yıllık iktidarı dönemidir. Yeşildere (2020) “AK Parti İktidarında Üniversiteler” adlı Bianet’te yayınlanan makalesinde, iktidarın 2002’den bugüne kadar üniversiteler üzerindeki siyasi ve dini yapılanması, güvenlikçi ve yasakçı politikaları ve siyasi tasfiyelerini bilinçli, programlı ve keyfi sürdürmüş olduğunun açıkça görüldüğünü belirterek “beş fırsatçılık” başlığı altında açıklamıştır[3] Yeşildere’ye göre 15 Temmuz olaylarından sonra iktidar “KHK’lar ile üniversiteyi adeta kendi siyaset/din eksenine” sokmuş bunda da başarılı olmuştur. Ayrıca tüm yetkilerin bir tek kişide toplandığı partili cumhurbaşkanı sistemi “TBMM’nin, YÖK’ün, ÜAK’ın Üniversitelerin devre dışı bırakılması sonucu üniversitelerin siyasi/ideolojik olarak değişim sürecini” hızlandırmış ve “bu süreçte bazı öğretim üyeleri derslerinin içeriğinden dolayı soruşturma” geçirmiş, üniversiteden uzaklaştırılmış ve akademik özgürlük yok sayılmıştır (Yeşildere 2020).
AK Parti döneminde yaşanan akademik enflasyonun yarattığı başka bir olumsuzluk üniversitelerdeki eğitim kalitesinin düşmesi sorunsalı olup ayrıca araştırılması ve tartışılması gereken bir konudur. “En saygın üniversite” sıralama kuruluşlarının her yıl dünya genelinde hazırladıkları listelerde, Türkiye’nin sıralamalarda 2015 yılından sonra gitgide düşmesi bunun en iyi göstergelerindendir. QS World University Ranking’in (2015) yılında hazırladığı listelerde Türkiye’deki 3 devlet üniversitesi ilk 500’e girerken, 7 üniversite de ilk 1000 içine girmiştir.
Bu sıralamaya göre: Bilkent ve Boğaziçi Üniversiteleri 399. sırada yer alırken, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, 401/410, İstanbul Teknik Üniversitesi 501 /550, Hacettepe Üniversitesi 601/650, İstanbul Üniversitesi 601-850, Ankara ve Çukurova Üniversitesi ise 701-1000 arasındaydı (QS World University Ranking 2015).
Times Higher Education’ın hazırladığı Dünya Üniversite Sıralaması 2022 sonuçlarına göre ise Türkiye’deki devlet üniversiteleri ilk 500 içinde yer almazken “801-1000 bandında en iyi 4 vakıf üniversitesi: Bilkent, Sabancı, Koç, Özyeğin ve Bahçeşehir Üniversitesi oldu” (Hürriyet 2021 ).
Türkiye’nin sıralamalardaki bu düşüşünün altında yatan sebepler: Ak Parti’nin 20 yıllık iktidarı döneminde üniversitelerin artması ancak buna rağmen öğretim programlarının çağa uygun hale getirilmemesi, devlet üniversiteleri ile özel üniversiteler arasındaki bariz nicel ve nitel farklar, öğretim elemanlarının nitelik bakımından yetersizliği, yap-boz tahtasına dönen sınav sistemleri olarak sayılabilir.
Cumhurbaşkanı Tarafından Atanan Rektörler
Tek parti döneminde 1946 yılında çıkarılan 4936 sayılı Üniversite Kanunu’na göre, üniversitenin seçtiği kişiyi bakan rektör olarak atamıştır. 12 Eylül 1980 darbecilerinin 1981’de çıkardığı 2547 sayılı yasayla rektör adaylarını belirleme yetkisi YÖK’e, atama yetkisi de cumhurbaşkanına verilmiştir. BÜ akademisyenlerinin 1992’de ‘kendi rektör adayımızı kendimiz belirlemek istiyoruz’ girişimini başlatması üzerine, yasa değişikliği ile üniversitelere seçimle 6 rektör adayını belirleme, YÖK’e bu adayları üçe indirme ve cumhurbaşkanına da son üç adaydan birini rektör olarak atama yetkisi verilmiştir. Cumhurbaşkanı, BÜ’nin 2016 Temmuz’unda yüzde 86 oyla seçtiği aday gibi istemediği kişileri rektör atamak zorunda kalmamak için, bir OHAL KHK’siyle 29 Ekim 2016’da üniversitelerde aday belirleme seçimini kaldırmıştır (Yeni Ülke 2021).
Dönemin medya haberleri incelendiğinde Ağustos 2014’te göreve gelen Erdoğan’ın, 2014 atamalarında 8, 2015 atamalarında 17 üniversitede seçimde birinci olan adayları atamadığını görülmektedir. Ayrıca Erdoğan tarafından atanmış bazı rektörlerin, Ak Parti veya Cumhurbaşkanı ile bir şekilde ilişki içinde oldukları için medyada tartışma konusu oldukları dikkat çekmektedir.
Yine Erdoğan tarafından yapılan rektör atamaları ile medyada yer alan haberler incelendiğinde atanan rektörlerin Ak Parti ve Erdoğan’ın bizzat kendisi ile bir şekilde bir bağı olduğu, hatta bazı rektörlerin 15 Temmuz olaylarından sonra Erdoğan tarafından literatüre kazandırılan, açılımı Fethullahçı Terör Örgütü olarak yapılan “FETÖ” ile ilişkilerinin olduğu iddiaları dikkat çekmektedir. Söz konusu rektörlerin atamalarının kamuoyunda tartışılmasının sebebi de bu iddialardır.
Prof. Dr. Melih Bulu’nun Atanması ve Hukuksal Boyutu
Prof. Dr. Rıfat Okçabol (2021) dünden bugüne Türkiye’de yapılan rektör atamalarının tarihini şu sıralama ile açıklamaktadır.
Bilindiği gibi tek parti döneminde 1946 yılında çıkarılan 4936 sayılı Üniversite Kanunu’na göre, üniversitenin seçtiği kişiyi bakan rektör olarak atamıştır. 12 Eylül 1980 darbecilerinin 1981’de çıkardığı 2547 sayılı yasayla rektör adaylarını belirleme yetkisi YÖK’e, atama yetkisi de cumhurbaşkanına verilmiştir. BÜ akademisyenlerinin 1992’de ‘kendi rektör adayımızı kendimiz belirlemek istiyoruz’ girişimini başlatması üzerine, yasa değişikliği ile üniversitelere seçimle 6 rektör adayını belirleme, YÖK’e bu adayları üçe indirme ve cumhurbaşkanına da son üç adaydan birini rektör olarak atama yetkisi verilmiştir. Cumhurbaşkanı, BÜ’nün 2016 Temmuz’unda yüzde 86 oyla seçtiği aday gibi istemediği kişileri rektör atamak zorunda kalmamak için, bir OHAL KHK’siyle 29 Ekim 2016’da üniversitelerde aday belirleme seçimini kaldırmıştır (Yeni Ülke 2021)
Yapılan rektör atamaları ve Boğaziçi Direnişi süresinde yaşananların hukuki boyutu, hukukçu Fırat Kuyurtar ve Levent Pişkin tarafından da çeşitli platformlarda tartışılmıştır. Fırat Kuyurtar, Artizan (2021)adlı web sitesinde 5 Ocak 2021 tarihinde yayınlanan “Rektör Ataması Yasal (!), Peki Ama Hukuki mi?” başlıklı yazısında rektör atamalarında dikkat çeken önemli konulardan birinin, atanan kişilerin eski milletvekili veya AK Parti teşkilatları ile doğrudan bağının olduğunu vurgulayarak, Prof. Dr. Melih Bulu’nun atamasını hukuki açıdan değerlendirmiştir.
Kuyurtar, üst kademe yöneticilerin önemli bir bölümünün, cumhurbaşkanı kararı ile, cumhurbaşkanının görev süresini geçmeyecek şekilde atandığı ve görev süreleri sona ermeden görevden alınabildikleri veya ancak cumhurbaşkanı kararı ile görevlerine devam edebildikleri için, atanmış rektörlerin de mevcut cumhurbaşkanı ile kader birlikteliği kurmuş olduğunu ve bu durumun, hukuk devleti ilkelerini açıkça çiğneyen, takdir yetkisinin keyfi kullanımına yol veren açık bir hukuksuzluk olduğunu belirtmiştir. Bir yasa metninin, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile değiştirilmesinin tüm hukuk kurallarına aykırı olduğunu belirten Kuyurtar’a göre: “bir yasa ancak başka bir yasa ile değiştirilebilir ve yasa yapma yetkisinin, “Yetki Kanunu” adı altında Yürütme’ye terk edilmesi hukuka aykırıdır. Ayrıca en üst yönetici konumundaki rektörün siyasi kimliği açık olan kişiler arasından şüpheye mahal vermeyecek şekilde seçilerek atanması da açık bir hukuksuzluktur” (Kuyurtar 2021).
Eşit Haklar İçin İzleme Derneği ve Kısa Dalga ortaklığında hazırlanan Yasaksız Meydan’da (2021) Av. Levent Pişkin ise ev baskınları, gözaltı ve adliye sürecinde yaşanan ağır hak ihlallerini hukuki açıdan değerlendirilmiştir. Pişkin, 2911’e yönelik, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına yönelik müdahalelerin temelde ifade özgürlüğü hakkının ihlali ve AİHS 10 bağlamında bir de ifade özgürlüğü ihlali olduğunu vurgulayarak “Anayasa’nın 13. ve 15. Maddesi, sınırlama, hakların sınırlandırılması ve durdurulmasına ilişkin maddeleri çok açık diyor ki, ancak kanunla sınırlanabilir” olduğunu belirterek, “kaymakamlık kararıyla bir hafta boyunca, süresiz veya kesin bir süre boyunca yasaklanması ya da valiliğin ay boyunca belli bir coğrafyada, belli bir bölgede, belli bir mekânda, toplantı ve gösteri yürüyüşlerini yasaklamasının” Anayasa 13’e ve 15’e göre geçerli olmadığını belirtmektedir.. Pişkin ayrıca ilgili kanunun 28. madde, 29. madde, 32, 33. Maddelerinin belirlediği kriterlerin hiçbiri yokken, insanların Anayasa’nın 34. maddesinde kanunun 3. maddesinde AİHS’nin 10 ve 11.maddelerinde belirtilen hakları kullandıkları için özgürlüklerinden mahkûm bırakılamayacağının altını çizmektedir (Kısa Dalga 2021). Yapılan açıklamalara bakıldığında hem rektör atamasının hem de eylemlerde öğrencilere karşı yapılan müdahalelerin yasal ve hukuki bir dayanağı olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Direnişi Başlatan Sebepler
Boğaziçi Üniversitesi’nde Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektörlüğe atanmasıyla yaşanan süreç başta bilim insanları ve akademisyenler olmak üzere çeşitli meslek gruplarından olumlu ve olumsuz tepkiler almıştır. Türkiye basınında Boğaziçi Direnişi ile ilgili 3362 haber, 876 köşe yazısı, Prof. Dr. Bulu ve Prof. Dr. Naci İnci ile ilgili 154 özel haber, 1433 yayın (TV, Radyo, Youtube) yer almış, sosyal medya platformlarında, karikatür, şarkı ve afişlerle Bulu’nun adaylığı 86 kez hicvedilmiştir. Yine Türkiye’de siyasiler tarafından direnişi destekleyen 165 basın açıklaması, çeşitli üniversitelerin akademik toplulukları, akademisyenleri ve öğrencileri tarafından 70, çeşitli liselerin öğrenci ve mezunları tarafından 99, STK, Sendika ve çeşitli gruplar tarafından 59, Türkiye ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Boğaziçi mezunları tarafından 46 destek açıklaması yapılmıştır (BUİM 2022). Bu çalışmada, Boğaziçi Direnişi’nin başladığı ve sona erdiği tarihler arasında (2 Ocak-15 Temmuz 2021) basılı ve internet medyasında yer alan 23 makale, 4 köşe yazısı, 3 röportaj ve 29 gazete, 46 haber sitesi ve 16 çeşitli internet kaynağında yapılan haberler, incelenmiştir.
Boğaziçi Direnişi, 2 Ocak 2021 tarihli Resmî Gazetede yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Haliç Üniversitesi rektörlüğünü yürüten Prof. Dr. Melih Bulu’yu[4], Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atamasına tepki olarak 4 Ocak 2021’de başlayan gösterilerdir. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile rektörlüğe atanan Prof. Dr. Melih Bulu, Boğaziçi Üniversitesi’nin ikinci kayyumu olurken 1980 darbesinden bu yana kurum dışından atanan ilk rektör oldu (Doğanışık 2021).
Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasının hemen ardından Boğaziçili öğrencilerin oluşturduğu “Boğaziçi Dayanışması” oluşumu sosyal medya platformu Twitter üzerinden boykot ve eylem çağrısı yapması, Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmasıyla başlamış ve aylarca gündemde kalmıştır. Bu çağrıyla birlikte her gün farklı protesto gösterileri düzenlenmeye başlanmıştır. Yapılan gösterilerde, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri ve öğrencileri, Bulu’nun istifasını ve rektörün seçimle belirlenmesini talep etmişlerdir. Öğrencilerin protestoları ile başlayan Boğaziçi Direnişi, daha sonra üniversitedeki akademisyenler ve mezunlarının destekleri ile farklı üniversitelerden öğrenciler başta olmak üzere pek çok kişinin desteği ve dayanışmasıyla her gün büyüyerek devam etmiş, direnişin başlamasından 195 gün sonra Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Melih Bulu, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ve 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi gereğince görevinden alınmış, yerine vekaleten yardımcısı Prof. Dr. Naci İNCİ atanmıştır (Hürriyet 2021). İnci daha sonra yine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 21 Ağustos 2021 tarihinde rektör olarak atanmıştır[5] (T24 2021).
Önceden AK Parti’den milletvekili aday adayı olan ve AK Parti Sarıyer İlçe Teşkilatı’nı kuran Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektör olarak atanması Ekonomist Prof. Dr. Daron Acemoğlu tarafından siyasi bir hamle olarak yorumlanıp eleştirilmiştir: “Sorun atanan kişinin özellikleri değil, siyasi bir atama yapılması. Üniversiteler için siyasi atamanın bedeli çok yüksek olur, Türkiye’deki bilimin geri gitmesi bunun bir sonucu olur” (Acemoğlu 2021).
BBC News -Türkçe’nin (2021) haberine göre, Bulu’nun atamasına yönelik ilk geniş kapsamlı protesto 4 Ocak Pazartesi günü yapıldı. “Kampüs etrafında geniş güvenlik önlemleri alan polis, öğrencilerin içeriye girmesine izin vermedi. Bu eylemlerde üniversite kapısına kelepçe takıldığına dair görüntüler sosyal medyada birçok kişi tarafından paylaşıldı” [6] (BBC News -Türkçe 2021).
Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri direniş süreci boyunca çeşitli mecralarda tepkisel eylemler ve konuyla ilgili açıklamalar yapmışlardır. Sözcü Gazetesi’nin 3 Mayıs 2021 tarihli haberine göre direnişin başladığı günden beri düzenli olarak Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü’nde rektörlük binasına sırtını dönerek atamayı protesto eden akademisyenler, 3 Mayıs’ta çevrimiçi bir eylem gerçekleştirmişlerdir. Rektörlük binası görüntüsünü fon olarak kullanan akademisyenler, binaya evlerinden sırtlarını dönmüşlerdir (Sözcü 2021).
Birgün’ün 5 Mayıs 2021 tarihli haberine göre, Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektör olarak atandığı 2 Ocak 2021 ve sonrasında üniversitede yaşanan akademik, etik ve özgürlük ihlallerini “Hasar Tespit Raporu” başlığı altında 40 madde ile sıraladılar[7] (Birgün 2021).
Direnişin ilk 100 gününde yaşanan gelişmeler, Evrensel Gazetesi tarafından derlenerek web sitesinde kronolojik olarak yayınlanmıştır[8] (Evrensel 2021). Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atanmasıyla birlikte başlayan protesto eylemlerinin odağında olan Prof. Dr. Melih Bulu, eylemlerin başladığı ilk günlerde kendisine karşı verilen tepkileri eleştiren açıklamalarıyla medyada yer aldı. (BBC 2021).
Gözaltları ve Öğrencilerin Açıklamaları
Şiddetin yaşanan olayları kamu gündemine taşımak gibi de bir sonucu vardır. Bu bağlamda Boğaziçi Direnişi’nin 3362 haber, 1433 yayın ile ülkenin ve 416 kez haber ile dünyanın gündemine yerleşmesi ve başta medya olmak üzere hemen her kesim tarafından desteklenmesinde öğrenci ve akademisyenlere uygulanan orantısız güç ve şiddetin çok büyük etkisi olduğunu belirtmek gerekir.
Boğaziçi direnişi eylemlerinde 108 kişinin gözaltına alındığı haberi Cumhuriyet’te “Boğaziçi Üniversitesi’ne Polis Girdi” başlığı ile yer almış, haberde “Çevik kuvvet ekipleri, Rektörlük binasının kapısında bekleyen öğrencilere copla müdahale etti. Müdahale sonrası İstanbul Valiliği’nden yapılan açıklamaya göre, Güney Kampüs’ teki eylemde 51 öğrencinin, üniversite dışında yapılan eylemde de 108 kişinin gözaltına alındığı duyuruldu” denilmiştir (Cumhuriyet 2021).
Gazete Manifesto’nun (2021) sitesinde 2 Şubat 2021 tarihinde yayınlanan haberde gözaltında kalan Boğaziçili öğrencilerin açıklamaları yer almıştır[9] (Gazete Manifesto 2021). Yapılan açıklamalar, Türkiye’de üniversite öğrencilerine yönelik fiziki polis şiddetinin yanı sıra” psikolojik” şiddetinin boyutunu ve polislerin iktidarın bakış açısını ve öğrenciyi potansiyel tehdit olarak nasıl içselleştirdiğini göstermektedir.
Boğaziçi Direnişi ve Polis Şiddetinin Yansımaları
Cumhuriyet, Milliyet, Sözcü, Birgün gibi muhalif çizgide yer alan gazeteler direnişin ilk gününden itibaren yanında yer alıp olayları günü gününe takip edip kamuoyu ile paylaşırken, iktidara yakınlıklarıyla bilinen A Haber, Star TV, ATV, Anadolu Ajansı, Sabah, Yeni Akit, Star, Takvim ve Yeni Şafak Gazetesi gibi gazeteler direnişin karşısında yer almış, eylemi ve yaşanan polis şiddetini ya görmemiş ya da iktidar lehine haberleştirerek karşı kutup oluşturmuşlardır.
Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iktidar cephesi direniş aleyhinde açıklamalar yaparken, tüm muhalefet partileri direnişi destekleyen açıklamalar yapmışlardır. Boğaziçi Direnişi en büyük desteği çeşitli üniversiteler ve akademisyenlerden almıştır. Boğaziçi Direnişi başta Eğitim Sen, DİSK, DİSK Basın-İş ve Türkiye Yazarlar Sendikası olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşlarından, sanatçı, yazar ve gazetecilerden de büyük destek görmüştür.
Direnişi destekleyenler, üniversitelerin ve akademinin özerkliği, rektör atamalarının üniversitelerde seçimle yapılmasını öncelemişlerdir. Ayrıca öğrencilere uygulanan polis şiddeti ve gözaltlarının hukuksuzluğu, eylem sürecinde ortaya çıkan “akademik intihal” skandalı destekleyenlerin vurguladıkları konular olmuştur. Akademiden gelen tepkilerde asıl rahatsızlık duyulan şeyin, atanan kişiden ziyade kim tarafından ve nasıl atandığının olduğu görülmektedir. Burada korunmak istenen ise üniversitenin özerk yapısı ve iç kültürüdür.
Direnişi destekleyenlerin buluştukları ortak payda ise polis tarafından öğrencilere karşı kullanılan orantısız güç ve şiddettir. Yapılan açıklamalarda şiddet vandalizm olarak nitelendirilip direniş süresince yaşanan hukuksuzlukların tek adam rejiminin sonuçları olduğu vurgulanmıştır.
Direnişi eleştirenlerin vurguladıkları en önemli konu, eylemlerin farklı illegal örgütler tarafından organize edildiği iddiası olmuştur. Ayrıca yapılan açıklamalarda rektörün cumhurbaşkanı tarafından atanmasının desteklendiği ve siyasi bir kimliğe sahip olmanın suç olmadığının savunulduğu görülmektedir. Ortaya çıkan sonuca göre Boğaziçi Direnişi neredeyse tüm kesimlerden büyük destek görmüş sadece iktidar partisi ve iktidar yanlısı ana akım medya tarafından doğruluğu kanıtlanmamış, etkisi zayıf argüman ve ithamlarla eleştirilmiştir. Direnişin aldığı destek daha geniş kitlelere yayılırken, verilen olumsuz tepki çok dar bir alana sıkışmıştır.
Boğaziçi Direnişi sadece Türkiye’de değil, dünyanın çeşitli ülkelerinde de birçok kurum, kuruluş ve üniversitelerinden büyük destek görmüştür. Olaylar dünya basınında 416 kez haber olarak yer almış, sosyal medya üzerinden yurt dışındaki üniversiteler, akademisyenler, öğrenciler ve sanatçılar tarafından 106, siyasiler tarafından 11 destek açıklaması yapılmıştır (BUİM 2022).
Dış basında yer alan haberler incelendiğinde direnişi destekleyen grupların en çok vurgu yaptığı ve eleştirdiği konu Erdoğan’ın öğrencilere karşı katı yaklaşımı olmuştur. Dış desteklerde polisin öğrencilere uyguladığı şiddet ve yaptığı gözaltları öne çıkarılan bir diğer husus olmuştur.
SONUÇ
1980’de Türkiye’de başlayan ve hızla yayılan neo-liberal politikalar üniversiteleri piyasalaştırmış, 12 Eylül darbesinden sonra kurulan YÖK, üniversiteleri ve öğrencilerini apolitikleştirme çabasına girmiştir. Tüm bunların sonucunda uzun süre durgunluk yaşayan üniversitelerde1996’dan itibaren öğrenci eylemleri başlamıştır. Ancak 1996-2022 arasında gerçekleşen öğrenci eylemlerine baktığımızda Boğaziçi Direnişi’nin en geniş katılımlı, en çok ses getiren ve en uzun süren öğrenci eylemi olduğunu söyleyebiliriz.
Farklı ideoloji, kimlik ve yaş gruplarından öğrencilerin başlatıp sürdürdüğü Boğaziçi Direnişi’nin Türkiye tarihinde 1960 ve 1980 darbeleri öncesinde yaşanmış öğrenci eylemlerinden farklılık gösterdiğini söyleyebiliriz. Eylem, eski öğrenci hareketlerinde olduğu gibi belli bir grup öğrencinin inisiyatifinde biçimlenmemiş , aynı siyasi ideolojiye mensup öğrenciler tarafından ve “siyasi bir amaç” doğrultusunda gerçekleştirilmemiştir. Tüm farklılıklarına rağmen üniversitenin bütün bileşenleri kendilerinin belirledikleri çeşitli yöntemler ile eylemin birer paydaşı olmuşlardır.
Protestolar, Prof. Dr. Melih Bulu’nun görevden alınması ve yerine Prof. Dr. Naci İnci’nin atanmasından sonra da Temmuz 2022 tarihine kadar aynı kararlılıkla devam etmiştir. Gelinen noktada, Prof. Dr. Melih Bulu’nun görevden alınması, verilen mücadelenin amacına ulaştığı anlamına gelmese de direnişin attırdığı bir geri adım olarak nitelendirilebilir. Boğaziçi Direnişi’nin, özerk demokratik üniversite mücadelesine yansımalarının nasıl olacağı ise ilerleyen dönemlerde ortaya çıkacaktır.
Üniversite öğrencilerinin dünden bugüne mevcut iktidarlar ve uygulamaları ile sürekli bir çatışma halinde oldukları, zaman zaman üniversiteleri ilgilendiren uygulamalara verilen tepkiler şeklinde olsa da özellikle toplumsal sorunlara karşı diğerlerinden daha duyarlı yaklaştıkları ve çeşitli eylemlerle bunu protesto ettikleri sonucu ortaya çıkmıştır.
Boğaziçi direnişi aynı zamanda Türkiye’deki üniversiteler için sosyal medya üzerinden başlatılan örgütlenme formu itibarı ile önemli sayılabilecek tarihi bir geçiş niteliği taşımaktadır. Bu yönüyle eski öğrenci hareketlerinden bir kopuş söz konusudur. Herhangi bir lidere ihtiyaç duymadan başlatılan protesto eylemleri, özgürlükçü ve küresel Z kuşağı üniversite gençliğinin iktidara ve sisteme itirazının Türkiye’deki ilk örneğini oluşturduğu söylenebilir.
Yaşananlar ve ortaya çıkan sonuçlar göstermektedir ki Türkiye’de üniversitelerin başlıca ve önemli sorunlarından biri “varlığını sürdürme” sorunudur. Bunun yanı sıra üniversitelerin özerkliği ve akademinin özgürlüğü de aynı derecede önemli bir sorun olarak devam etmektedir.